10 Ocak 2015 Cumartesi

Adam

Son bahar ilk esintileriyle yüzünü daha yeni göstermeye başlamıştı. Adam içindeki koca dünya ile başedememenin sıkıntısıyla kendini sokaklara vurmuştu. Kafasındaki kırk tilkinin birbirine değmeyen kuyruklarından daha hızlıydı belki de adımları. Oysa ona göre hepsinden hızlı geçen bir ömrü vardı yaşanamamışlıklarla dolu. Ne adımlarının ne de ömrünün hızına ayak uyduramıyordu düşünceleri. Aklı hep dağılıyordu anılarının arasında. Aslında tek amacı sadece biraz yürüyüşle kendine gelmekti ama şimdi nerede olduğunu bile kestiremiyordu. Yol boyunca hedeflerini sürekli değiştirmişti. Önce alt caddenin sonundaki yarısı viraneye dönmüş, diğer yarısında ise hala yaşamakta direnen Müjgan teyzenin evine kadar yürüyecek ve dönecekti. Çünkü onun için anlamı büyüktü bu zavallı tarihi yapının. Belki bu evin etkisinde kalmasından rüyalarında hep viraneler görürdü, savaştan arta kalan yıkıntılar içinde küçük çocukları arardı. Sadece ağlama seslerini duyar dualarla yakarışlarla yıkık kubbelerin arasında koştururdu. Ama hiçbir zaman tek bir çocuk bile bulamadı. Sonra ilkokulda 5 yıl boyunca ( o zamanalar büyük bir keyifle) koridorlarında koşturduğu okula kadar gitmeye karar vermişti. En son kendini kasabanın bitişinde ki deniz fenerinin yanından geçerken bulmuştu. Henüz o içindeki bulutlar dağılmamıştı daha  fazla yürümeliydi... Nefesini düzenli alabilmek için artık arada göğsüne vurması gerekiyordu. Kalp krizi geçirme korkusuyla öksürük krizlerine giriyordu. Halbuki ne aile ne akrabalarında hatta ne de mahallesinde bile kalp rahatsızlığı olan yoktu. Ama paranoyaklık artık damarlarına işlemişti resmen. Oldukça sıradan sayılabilcek bir hayat yaşamıştı. Belki doğumdan kalma bir bunalım hali hariç. Annesinin belden aşağısında felç vardı onun doğmunun sebebiyle. Yada ebenin gençliği sebebiyle ama kimse ebeyi suçlamamıştı hiç. Yani her zaman kendine dert edinecek bir mevzusu bulunurdu. En mutlu anında mutlu olmaktan korkardı. Çok gülmek çok ağlamak getirir derdi yaşlı ninesinin nefesiyle. Hiç sıkıntısı yoksa gülmeyi dert ederdi kendine ki haddinden fazla duygusaldı zaten. O yüzdendir ki hep o çocuk çığlıkları olurdu rüyalarında. Aşık olmuştu bir keresinde. Ama aşktanda korkmuştu. Halbuki kızda sevdalıydı ona delicesine. Onun deliliklerine. Çocuğu gibi görüyordu adamı. O ürkek endişeli kaçak hallerine kıyamıyordu. Belki birlikte olsalar zaten olmazdı bu ilişki. Kadın üç güne dayanamazdı onu taşımaya. Taşınmaya muhtaçtı kendi farkında olmasa bile. Bir çocuktan farkı yoktu çoğu zaman hatta onu şimdi böyle yürümeye zorlayanda içindeki o çocuğun hesaplaşmasıydı zaten. İleride, hala çok uzakta gözüken ağaçta yolculuğun son bulmasına karar verdi. Ve düşüncelerini durdurmak için bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şarkılara da aşıktı. Bazen en olmadık zamanda kendini saçma sapan hareketlerle dans ederken bulurdu. İçinde çılgın bir şarkı belki Bob Marley, belki Garth Brook zıplatırdı onu odalarda. Geçmişten kalan aklında bir ezgiydi bu sefer diline dolanan. Bulutlarda kaybolan aya inattı belki İlhan İremin mısralarında gezinen ateş böcekleri. "ateş böceği, aydınlat geceyi, şarkılara dizelim binbir heceyi.... ışıltınla tutuştur karalanmış gerçeği...." En sonunda vardı son hedefi olan kurumaya yüz tutmuş ala Çınara. Karşısında Deniz çırpınıp duruyordu yüreğiyle savaşırcasına. Gözleri kayan yıldızları andıran martılarda aklı ise sırtını yasladığı ağaçta. "Hangimiz daha yaşlıyız" diye geçiriyordu içinden. Oysa henüz yolun yarısına merdiven bile dayamamıştı Cahit Sıktı ya göre. Bir kaç adım kalmıştı yarılamaya ömrü ama ona sorarsanız içinde hezeyan halindeydi zavallı çocuklar. Evet aslına bakarsanız bir o kadar yaşlıydı duygularıyla... Her soruna her olaya duygularıyla bakıyordu kendini bildi bileli... Buda oldukça yıpratıcı bir durumdu açıkçası. Evet ağaç kurumaya yüz tutmuştu, oysa belki ömrünün baharı sayılabilecek yaştaydı fakat akranlardı ona göre. Hem sokaktaki çocuklarla sek sek oynuyor hemde vicdanıyla deccali doğuruyordu. Ülkesinde kendi inandığı görüşün kavgaları verilirken 15 inde canlar toprağa girerken o sadece rekli camdan seyrediyor ve bunu kendine yediremiyordu. Ama hiçbir hamlesi de yoktu. Azap içindeydi yani yüreği. Kar kadar beyazdı, Berfindi yüreği. Bir noktaya varmalıydı ama en olmadık anda en olmadık anlara gidiyordu aklı. İlk sevgilisiyle üniversite dönelerimde girdiği tartışmaları hatırlıyor ve avutuyordu kendini. Benden geçti ki artık diyordu için için. Besbelli teselli ediyordu yüreğini. Ne olurdu o gerçek aşkına kavuşabilseydi başını yaslayabilseydi ve özür dileseydi tüm yapamadıklarından. Aklından geçirdiği onca düşü gerçekleştiremediklerinden. Şu çırpınan koca denizde küçücük bir yelkenli olsaydı da bahane bulsaydı çaresizliğine. Başını yaslayıp aşkının dizlerine yapamadım deseydi. Savaşamadım dünyanın kirli düzeniyle. Artık sabah alacasını vermeye başlamıştı yüzünü ki bir umut belirdi içinde... Tüm kuruyan dağılan dalların arasında hala bir yeşil yaprak ona bakıyordu. Rüzgara ayaza inatla direniyordu. Sen ne yapıyorsun burda kurumuş ot misali diye düşünerek tekrar kalktı ayağa. Daha yazacak çok sözü, yaşayacak öyküleri vardı. Geri dönüş yolu gelişinden meşekatliydi. Tokatlar yiyordu sanki bir bir yüzüne. Senelerce çürümüş merdivenlerinde zıpladığı okul tek tek soruyordu ona, tahtada bir harita, harita da dünya... Söyle diyordu sanki insanlık nerede.... Sonra Müjgan teyzenin evi ve çift taraflı merdivenleri... Birinden çıkacak birinden ineceksin ve mutlaka her inişin bir çıkşı olacak diyordu... Sonun da vardı evinin tütmüş baca kokusuyla tütsülenmiş odasına adam. Başladı adım adım hayal ettiği tertemiz dünyayı anlatmaya... Ve durdu dünya yaşattığı acıların utancından...






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder