Son bahar ilk esintileriyle yüzünü daha yeni göstermeye başlamıştı. Adam
içindeki koca dünya ile başedememenin sıkıntısıyla kendini sokaklara
vurmuştu. Kafasındaki kırk tilkinin birbirine değmeyen kuyruklarından
daha hızlıydı belki de adımları. Oysa ona göre hepsinden hızlı geçen bir
ömrü vardı yaşanamamışlıklarla dolu. Ne adımlarının ne de ömrünün
hızına ayak uyduramıyordu düşünceleri. Aklı hep dağılıyordu anılarının
arasında. Aslında tek amacı sadece biraz yürüyüşle kendine gelmekti ama
şimdi nerede olduğunu bile kestiremiyordu. Yol boyunca hedeflerini
sürekli değiştirmişti. Önce alt caddenin sonundaki yarısı viraneye
dönmüş, diğer yarısında ise hala yaşamakta direnen Müjgan teyzenin evine
kadar yürüyecek ve dönecekti. Çünkü onun için anlamı büyüktü bu zavallı
tarihi yapının. Belki bu evin etkisinde kalmasından rüyalarında hep
viraneler görürdü, savaştan arta kalan yıkıntılar içinde küçük çocukları
arardı. Sadece ağlama seslerini duyar dualarla yakarışlarla yıkık
kubbelerin arasında koştururdu. Ama hiçbir zaman tek bir çocuk bile
bulamadı. Sonra ilkokulda 5 yıl boyunca ( o zamanalar büyük bir keyifle)
koridorlarında koşturduğu okula kadar gitmeye karar vermişti. En son
kendini kasabanın bitişinde ki deniz fenerinin yanından geçerken
bulmuştu. Henüz o içindeki bulutlar dağılmamıştı daha fazla
yürümeliydi... Nefesini düzenli alabilmek için artık arada göğsüne
vurması gerekiyordu. Kalp krizi geçirme korkusuyla öksürük krizlerine
giriyordu. Halbuki ne aile ne akrabalarında hatta ne de mahallesinde
bile kalp rahatsızlığı olan yoktu. Ama paranoyaklık artık damarlarına
işlemişti resmen. Oldukça sıradan sayılabilcek bir hayat yaşamıştı.
Belki doğumdan kalma bir bunalım hali hariç. Annesinin belden aşağısında
felç vardı onun doğmunun sebebiyle. Yada ebenin gençliği sebebiyle ama
kimse ebeyi suçlamamıştı hiç. Yani her zaman kendine dert edinecek bir
mevzusu bulunurdu. En mutlu anında mutlu olmaktan korkardı. Çok gülmek
çok ağlamak getirir derdi yaşlı ninesinin nefesiyle. Hiç sıkıntısı yoksa
gülmeyi dert ederdi kendine ki haddinden fazla duygusaldı zaten. O
yüzdendir ki hep o çocuk çığlıkları olurdu rüyalarında. Aşık olmuştu bir
keresinde. Ama aşktanda korkmuştu. Halbuki kızda sevdalıydı ona
delicesine. Onun deliliklerine. Çocuğu gibi görüyordu adamı. O ürkek
endişeli kaçak hallerine kıyamıyordu. Belki birlikte olsalar zaten
olmazdı bu ilişki. Kadın üç güne dayanamazdı onu taşımaya. Taşınmaya
muhtaçtı kendi farkında olmasa bile. Bir çocuktan farkı yoktu çoğu zaman
hatta onu şimdi böyle yürümeye zorlayanda içindeki o çocuğun
hesaplaşmasıydı zaten. İleride, hala çok uzakta gözüken ağaçta
yolculuğun son bulmasına karar verdi. Ve düşüncelerini durdurmak için
bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şarkılara da aşıktı. Bazen en olmadık
zamanda kendini saçma sapan hareketlerle dans ederken bulurdu. İçinde
çılgın bir şarkı belki Bob Marley, belki Garth Brook zıplatırdı onu
odalarda. Geçmişten kalan aklında bir ezgiydi bu sefer diline dolanan.
Bulutlarda kaybolan aya inattı belki İlhan İremin mısralarında gezinen
ateş böcekleri. "ateş böceği, aydınlat geceyi, şarkılara dizelim binbir
heceyi.... ışıltınla tutuştur karalanmış gerçeği...." En sonunda vardı son hedefi olan kurumaya yüz tutmuş ala Çınara. Karşısında Deniz
çırpınıp duruyordu yüreğiyle savaşırcasına. Gözleri kayan yıldızları
andıran martılarda aklı ise sırtını yasladığı ağaçta. "Hangimiz daha
yaşlıyız" diye geçiriyordu içinden. Oysa henüz yolun yarısına merdiven
bile dayamamıştı Cahit Sıktı ya göre. Bir kaç adım kalmıştı yarılamaya
ömrü ama ona sorarsanız içinde hezeyan halindeydi zavallı çocuklar. Evet
aslına bakarsanız bir o kadar yaşlıydı duygularıyla... Her soruna her
olaya duygularıyla bakıyordu kendini bildi bileli... Buda oldukça
yıpratıcı bir durumdu açıkçası. Evet ağaç kurumaya yüz tutmuştu, oysa
belki ömrünün baharı sayılabilecek yaştaydı fakat akranlardı ona göre.
Hem sokaktaki çocuklarla sek sek oynuyor hemde vicdanıyla deccali
doğuruyordu. Ülkesinde kendi inandığı görüşün kavgaları verilirken 15
inde canlar toprağa girerken o sadece rekli camdan seyrediyor ve bunu
kendine yediremiyordu. Ama hiçbir hamlesi de yoktu. Azap içindeydi yani
yüreği. Kar kadar beyazdı, Berfindi yüreği. Bir noktaya varmalıydı ama
en olmadık anda en olmadık anlara gidiyordu aklı. İlk sevgilisiyle
üniversite dönelerimde girdiği tartışmaları hatırlıyor ve avutuyordu
kendini. Benden geçti ki artık diyordu için için. Besbelli teselli
ediyordu yüreğini. Ne olurdu o gerçek aşkına kavuşabilseydi başını
yaslayabilseydi ve özür dileseydi tüm yapamadıklarından. Aklından
geçirdiği onca düşü gerçekleştiremediklerinden. Şu çırpınan koca denizde
küçücük bir yelkenli olsaydı da bahane bulsaydı çaresizliğine. Başını
yaslayıp aşkının dizlerine yapamadım deseydi. Savaşamadım dünyanın kirli
düzeniyle. Artık sabah alacasını vermeye başlamıştı yüzünü ki bir umut
belirdi içinde... Tüm kuruyan dağılan dalların arasında hala bir yeşil
yaprak ona bakıyordu. Rüzgara ayaza inatla direniyordu. Sen ne
yapıyorsun burda kurumuş ot misali diye düşünerek tekrar kalktı ayağa.
Daha yazacak çok sözü, yaşayacak öyküleri vardı. Geri dönüş yolu
gelişinden meşekatliydi. Tokatlar yiyordu sanki bir bir yüzüne.
Senelerce çürümüş merdivenlerinde zıpladığı okul tek tek soruyordu ona,
tahtada bir harita, harita da dünya... Söyle diyordu sanki insanlık
nerede.... Sonra Müjgan teyzenin evi ve çift taraflı merdivenleri...
Birinden çıkacak birinden ineceksin ve mutlaka her inişin bir çıkşı
olacak diyordu... Sonun da vardı evinin tütmüş baca kokusuyla
tütsülenmiş odasına adam. Başladı adım adım hayal ettiği tertemiz dünyayı
anlatmaya... Ve durdu dünya yaşattığı acıların utancından...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder