19 Haziran 2015 Cuma

Uğurlar olsun

          Hayaller, umutlar, yapılan planlar... Hayat bazen öyle bir oyun oynuyor ki tüm hesaplar alt üst oluyor... Haftalardır yazmayı çok istiyordum... Hepsi beklediğim bebeğim üzerine olacaktı... Heyecanımı sevincimi neler hissettiğimi yazacaktım ona... Hafta hafta gün gün anlatacaktım ve her kelime sadece ondan bahsedecekti onun için dökülecekti... Fakat hayat işte... İstediklerimizi değil kaderimizi getiriyor karşımıza... Birkaç gün öncesine kadar annelik sevincini bastırmak için başka uğraşlar bulmaya çalışırken kendime şimdi dost acısını unutmak için sarılıyorum çocuk hayallerine...
          Çok yaktın canımızı be arkadaşım... Nasıl bir ateşmiş bu küllenmeden yanıyor böyle, nasıl bir acıymış ki bir soluk bile ara vermiyor... Hergün yarın daha iyi uyanırım belki diyorum ama olmuyor... Gün bitmek bilmiyor... Şöyle bir uyusam günler haftalar geçse uyansam acına ağlamak değilde anılarla tebessüm edecek duruma gelmiş olsam...
          Ne denir, nasıl anlatılır böyle bir acı... Öye az buz değil ki yaşanmışlıklar... İki sene yurt bir sene ev arkadaşlığı ve üzerine hasretle geçen 12 koca sene... Tam arayı kapatıcaz görüşücez diye konuşurken hiç oldumu böyle bir anda habersiz çekip gitmek... Daha 10 gün olmamıştı "iyi dostlar yıldızlar gibidir, her zaman göremezsin ama orada olduklarını bilirsin" demiştin... Ne gereği vardı gerçekten yıldızlara çıkmana... Güzeller güzeli boncuk gözlerin şimdi göklerden mi bakacak bize... Tek başına gitmedin ama arkadaşım bizden de birer parça aldın da öyle gittin... " Yorgunluğundan bahsediyordun "dokunmasalar sanki kış uykusuna yatıcam" diyordun... Şimdi ebedi uykuya daldın... Nasıl bir kaderdir bu aklı almıyor insanın... Üç güzel kız kardeş bir minik melek yavrucak... İnanamıyorum hala... Birkaç gün sonra çıkıp geleceksin sanki... Bizlere cevap vereceksin... Allahım keşke bir şaka olsa... Dayanılır gibi değil... Sadece bizlerin yüreklerine değil felaketi duyan herkesin kalbine kocaman bir acı doldurdunuz... Anneciğin babacığın düşünemiyorum tahmin bile edemiyorum hallerini... Muhammet abim yıkıldı... Geride kalan yavrun, küçücük sarı papatyan, biricik kızın İremnur... Hayat aslında en büyük tokadını onlara attı... Ben acına alışacağım günü beklerken onlar kocaman bir yara ile yaşamaya çalışacaklar...
          Geçen yıl kardeşin Dilek bir fotoğraf paylaşmış sosyal medyada... İçimi cızlattı bugün birkez daha... Sen annen ve iki kız kardeşinle çekilmiş bir resim... Daha o zaman anneciğin alına "üç melek kızım" yazmış... Şimdi üçünüz de bir anda melek oldunuz... Yürek dayanmıyor...Bir sürü keşkeler bıraktın bizlere... Keşke daha çok görüşseydik, keşke son bir kez daha duysaydım sesini, keşke canım arkadaşım seni çok seviyorum çok özledim diyebilseydim... Kadere mani olunmaz ama keşke bir sorun olsaydı da çıkmasaydınız o yola yada keşke bir benzinliğe uğrayıp oyalansaydınız biraz...  Kızıyorum da sana... Senelerce eğlendik güldük tartıştık kavga bile ettik ama böylesi yapılırmıydı... Hiç yakıştı mı sana...  
          İnşallah görüyor ve duyuyorsundur seslenişlerimizi... Dualarımızda varolacaksın artık arkadaşım... Daima... Elimizden geldiğince nefesimiz yetikçe evladın bizlere emanet sen huzur içinde uyu... Mekanın cennet olsun...





Ah şu son fotoğraf var ya... Son fotoğraf işte...






10 Ocak 2015 Cumartesi

Adam

Son bahar ilk esintileriyle yüzünü daha yeni göstermeye başlamıştı. Adam içindeki koca dünya ile başedememenin sıkıntısıyla kendini sokaklara vurmuştu. Kafasındaki kırk tilkinin birbirine değmeyen kuyruklarından daha hızlıydı belki de adımları. Oysa ona göre hepsinden hızlı geçen bir ömrü vardı yaşanamamışlıklarla dolu. Ne adımlarının ne de ömrünün hızına ayak uyduramıyordu düşünceleri. Aklı hep dağılıyordu anılarının arasında. Aslında tek amacı sadece biraz yürüyüşle kendine gelmekti ama şimdi nerede olduğunu bile kestiremiyordu. Yol boyunca hedeflerini sürekli değiştirmişti. Önce alt caddenin sonundaki yarısı viraneye dönmüş, diğer yarısında ise hala yaşamakta direnen Müjgan teyzenin evine kadar yürüyecek ve dönecekti. Çünkü onun için anlamı büyüktü bu zavallı tarihi yapının. Belki bu evin etkisinde kalmasından rüyalarında hep viraneler görürdü, savaştan arta kalan yıkıntılar içinde küçük çocukları arardı. Sadece ağlama seslerini duyar dualarla yakarışlarla yıkık kubbelerin arasında koştururdu. Ama hiçbir zaman tek bir çocuk bile bulamadı. Sonra ilkokulda 5 yıl boyunca ( o zamanalar büyük bir keyifle) koridorlarında koşturduğu okula kadar gitmeye karar vermişti. En son kendini kasabanın bitişinde ki deniz fenerinin yanından geçerken bulmuştu. Henüz o içindeki bulutlar dağılmamıştı daha  fazla yürümeliydi... Nefesini düzenli alabilmek için artık arada göğsüne vurması gerekiyordu. Kalp krizi geçirme korkusuyla öksürük krizlerine giriyordu. Halbuki ne aile ne akrabalarında hatta ne de mahallesinde bile kalp rahatsızlığı olan yoktu. Ama paranoyaklık artık damarlarına işlemişti resmen. Oldukça sıradan sayılabilcek bir hayat yaşamıştı. Belki doğumdan kalma bir bunalım hali hariç. Annesinin belden aşağısında felç vardı onun doğmunun sebebiyle. Yada ebenin gençliği sebebiyle ama kimse ebeyi suçlamamıştı hiç. Yani her zaman kendine dert edinecek bir mevzusu bulunurdu. En mutlu anında mutlu olmaktan korkardı. Çok gülmek çok ağlamak getirir derdi yaşlı ninesinin nefesiyle. Hiç sıkıntısı yoksa gülmeyi dert ederdi kendine ki haddinden fazla duygusaldı zaten. O yüzdendir ki hep o çocuk çığlıkları olurdu rüyalarında. Aşık olmuştu bir keresinde. Ama aşktanda korkmuştu. Halbuki kızda sevdalıydı ona delicesine. Onun deliliklerine. Çocuğu gibi görüyordu adamı. O ürkek endişeli kaçak hallerine kıyamıyordu. Belki birlikte olsalar zaten olmazdı bu ilişki. Kadın üç güne dayanamazdı onu taşımaya. Taşınmaya muhtaçtı kendi farkında olmasa bile. Bir çocuktan farkı yoktu çoğu zaman hatta onu şimdi böyle yürümeye zorlayanda içindeki o çocuğun hesaplaşmasıydı zaten. İleride, hala çok uzakta gözüken ağaçta yolculuğun son bulmasına karar verdi. Ve düşüncelerini durdurmak için bir şarkı mırıldanmaya başladı. Şarkılara da aşıktı. Bazen en olmadık zamanda kendini saçma sapan hareketlerle dans ederken bulurdu. İçinde çılgın bir şarkı belki Bob Marley, belki Garth Brook zıplatırdı onu odalarda. Geçmişten kalan aklında bir ezgiydi bu sefer diline dolanan. Bulutlarda kaybolan aya inattı belki İlhan İremin mısralarında gezinen ateş böcekleri. "ateş böceği, aydınlat geceyi, şarkılara dizelim binbir heceyi.... ışıltınla tutuştur karalanmış gerçeği...." En sonunda vardı son hedefi olan kurumaya yüz tutmuş ala Çınara. Karşısında Deniz çırpınıp duruyordu yüreğiyle savaşırcasına. Gözleri kayan yıldızları andıran martılarda aklı ise sırtını yasladığı ağaçta. "Hangimiz daha yaşlıyız" diye geçiriyordu içinden. Oysa henüz yolun yarısına merdiven bile dayamamıştı Cahit Sıktı ya göre. Bir kaç adım kalmıştı yarılamaya ömrü ama ona sorarsanız içinde hezeyan halindeydi zavallı çocuklar. Evet aslına bakarsanız bir o kadar yaşlıydı duygularıyla... Her soruna her olaya duygularıyla bakıyordu kendini bildi bileli... Buda oldukça yıpratıcı bir durumdu açıkçası. Evet ağaç kurumaya yüz tutmuştu, oysa belki ömrünün baharı sayılabilecek yaştaydı fakat akranlardı ona göre. Hem sokaktaki çocuklarla sek sek oynuyor hemde vicdanıyla deccali doğuruyordu. Ülkesinde kendi inandığı görüşün kavgaları verilirken 15 inde canlar toprağa girerken o sadece rekli camdan seyrediyor ve bunu kendine yediremiyordu. Ama hiçbir hamlesi de yoktu. Azap içindeydi yani yüreği. Kar kadar beyazdı, Berfindi yüreği. Bir noktaya varmalıydı ama en olmadık anda en olmadık anlara gidiyordu aklı. İlk sevgilisiyle üniversite dönelerimde girdiği tartışmaları hatırlıyor ve avutuyordu kendini. Benden geçti ki artık diyordu için için. Besbelli teselli ediyordu yüreğini. Ne olurdu o gerçek aşkına kavuşabilseydi başını yaslayabilseydi ve özür dileseydi tüm yapamadıklarından. Aklından geçirdiği onca düşü gerçekleştiremediklerinden. Şu çırpınan koca denizde küçücük bir yelkenli olsaydı da bahane bulsaydı çaresizliğine. Başını yaslayıp aşkının dizlerine yapamadım deseydi. Savaşamadım dünyanın kirli düzeniyle. Artık sabah alacasını vermeye başlamıştı yüzünü ki bir umut belirdi içinde... Tüm kuruyan dağılan dalların arasında hala bir yeşil yaprak ona bakıyordu. Rüzgara ayaza inatla direniyordu. Sen ne yapıyorsun burda kurumuş ot misali diye düşünerek tekrar kalktı ayağa. Daha yazacak çok sözü, yaşayacak öyküleri vardı. Geri dönüş yolu gelişinden meşekatliydi. Tokatlar yiyordu sanki bir bir yüzüne. Senelerce çürümüş merdivenlerinde zıpladığı okul tek tek soruyordu ona, tahtada bir harita, harita da dünya... Söyle diyordu sanki insanlık nerede.... Sonra Müjgan teyzenin evi ve çift taraflı merdivenleri... Birinden çıkacak birinden ineceksin ve mutlaka her inişin bir çıkşı olacak diyordu... Sonun da vardı evinin tütmüş baca kokusuyla tütsülenmiş odasına adam. Başladı adım adım hayal ettiği tertemiz dünyayı anlatmaya... Ve durdu dünya yaşattığı acıların utancından...






3 Ocak 2015 Cumartesi

Kemoterapi ve sonrası

Bir çoğunuz daha doğrusu beni tanıyanlarınız bilirsiniz, doktorların bile daha çok erken dediği bir yaşta meme kanseri ile mücadele ettim... Ne o süreçte ne de şimdiye kadar kendimi daha zinde tutacak hiçbir çabam olmadı... Belki psikolojik belki bıkkınlıktır bu... Ama artık herkes bilsin... Bilsin ki ben dönemeyim vazgeçemeyim... Şuan da tedavi görenler için ufak bir tavsiye... Öyle onu ye bunu yap diyemem o lanet mide bulantısı kolay kolay geçmiyor... Tedavi bitip aylar geçmeden ağızınızdaki plastik tadı gitmiyor... Ama en iyisi ayran, yoğurt... Bana en iyi ayran geldi... Tedaviye gitmeden önceki gün başlıyordum iki gün durmadan içiyordum... Zaten başka da birşey süremiyordum ağzıma... Su bile iğrenç geliyordu... Ben ki çayı çok severim o süreçte çay bardağım hep doluydu ama hiç boşalmıyordu... Sabunlar, kolonya, nane, kekik hepsi hepsi iğrençti o dönemde... Hala daha bazen alırım kokusunu... Nerdeyse 3 sene geçti üzerinden... Neyse şimdi kendimi toplama sürecine giriyorum... Çünkü doktorlarım artık kendime iyi bakmam için dünyanın en iyi sebebin sundular bana... Bir çocuk sahibi olabilirim... İzin verdiler... Yapmam gereken o kadar çok şey varki... En başta ben hiiiç sigarayı bırakmadım... Öyle hemen kızmayın... Onca sıkıntıyı çekip nasıl hala içersin demeyin... Bende dert bir değildi... Madem buraya geldi konu biraz açayım... Ben ocak 2012 de ameliyat oldum... Şuabt ayında kemoterapim başladı... Aynen doktorumun dediği gibi oldu sevgililer gününe saçsız girdim... :) Çok üzülmemiştim hatta hiç üzülmemiştim, hiç ağlamamıştım ve ayrıca bırakmıştım sigarayı... Ama hiçbir şey benim beklediğim gibi gitmedi... İkinci kemoterapi çok sarsmıştı... Çok ağladım çok bağırdım... Bu duruma en çok annem üzüldü... Ve sonuç ben 3 hafta sonra 3. kemoterapiye gitmeden önce ayın kitleden annemde çıktı... Her ne kadar hormonal de deseler psikolojik kısmının ağırlığı öğrenmiş olduk... İşte o zaman yıkıldım... Kendi acılarınız yakmıyor canınızı... Ama sevdiğiniz olunca dünya duruyor.... 3. tedavide 1 hafta sürdü sıkıntım... Geçtiği gün annem için çapaya gittik... O kadar dikkat et denilen dönemde ben 3 gün  3 gece çapada koştum... Gece dörtlerde kan taşıdım labatoruarlara... Doktorlar annemi kontrole geldiklerinde önce bana bakıyorlardı çünkü bitkin vaziyette yatıyordum onun yatağında... Ne saçım vardı ne kaşım... Suratım bembeyaz... Annem 70 yaşındaydı ameliyat olduğunda... Ona sadece radyoterapi verildi... 1 ay hergün gittik hastaneye ki son dönemlerinde ben gidemedim yanında... Çünkü terslikler bitmiyordu... O kadar yoğun ve karmaşık ki atlıyorum anıların sırasını... Annem ameliyat sonrası enfeksiyon kaptı... İltihaplandı yarası... Evime yakın hastahaneye gittik hergün... Ben antibiyotik kullandığım süreçte evde annem ve nişanlım ağır grip geçirdi ve yine ben taşıdım onları sırayla her akşam hastahaneye.... Neyse annemin iltihaplı döneminde her gün şırıngayla iltihap çekip pansuman yapıldı hemşireler bana sen gelme ne olur diyordu... O ortamda bulunmamalıydım ama başka çarem yoktu... Bir gece annem 40 dereceyle hastahaneye yattığında artık daynamadım bahçede hüngür hüngür ağlayıp yaktım sigarayı... Evet çare değildi ama duramıyordum ayakta... Abim yanımda yapma Demet diye beni tutmaya çalışıyordu... Neyse bu süreçte geçti... Ben 6 kür tedavimi aldım... Tam bitti diyordum ki haziranın başında nişanlım ağır bir trafik kazası geçirdi... Kafasını resmen patlatmıştı, yoğun bakımda yatıyordu... Ben yine ağlamadım... Başının sağ tarafında zımbalar vardı, burnu tamponlarla kocaman olmuş ve yoğun bakımdan tamografiye giderken tanınmayacak haldeydi... benim önümden geçip gitti ve ben tanımadım... Çok sonra farkettim o olduğunu... Günler, haftalar bu kez onun için geçti hastanede... Ben yine rezil hallerdeydim artık kirpiklerim bile yoktu suratıma beyaz bile diyemem renksizdim... Sonuçsa tüm bunlardan 2 ay sonra evlendik... Müthiş bir inatla düğünümüzü yaptık... her tarafımız yapay, hepsi takmaydı... benim kafamda peruk eşimde idareten takılmış dişler vardı... Ama çok mutluyduk... İşte tüm bu  sebeplerden ben hiç bırakamadım sigarayı... Şimdi bundan sonraki yazılarda o illetten kurtulma denemelerim ve vücudumu toparlayıp çocuğa hazırlanma sürecim olacak... Pes etmicem... Yorulmadan, bıkmadan belki sadece hayallere tutunarakta olsa ek bir tedaviye gerek kalmadan hayırlısıyla alıcam çocuklarımı kucağıma... Hepsini buradan sizlerle de paylaşacağım... Ve son olarak size bir kaç resim... O günlere dair... Eşim görmese bari hiç hoşlanmayacak bu durumdan... :) Şimdi eklerken reimlere baktım daaaa ben hep güldüm... Allahıma onlarca yüzlerce binlerce kez şükürler olsun ki beni güldüren insanlar ile birlikteyim...









23 Aralık 2014 Salı

Görme Engelliler Rüya Görebilirmi

          Bir de normal günlük formundaki denemelerime uymayan bir konudan bahsetmek istiyorum. Benim aklımı çok uzun zaman kurcalamıştır. Görme engelli biri rüya görebilirmi diye. Rüyayı tam olarak görsele dayandırdığım için böyle bir düşünceye kapılmıştım. Sonuçta rüya görmek (işte söylenişinde bile geçiyor görmek diyoruz) tamamen görme duyusuyla alakalı birazda akıl oyunu diye düşünüyordum. Oysa yanıtı çok mantıklı ve çokta kısaymış. Bence bir o kadar da dramatik.
         
"Bazı insanlar görme engellilerin hiç rüya görmediğini zannederler.
Rüya görmek her insan için doğal bir olaydır. Bu nedenle, görme engelliler de herkes gibi rüya görürler. Ancak, burada merak edilen nokta görme engellilerin rüyalarında insanları ve nesneleri görüp göremedikleridir. Bir insan gündüz neyi ne kadar görebiliyorsa rüyasında da onu o kadar görebilir. Eğer bir kişi sadece ışığı farkedecek kadar görebiliyorsa rüyasında da sadece ışık görebilir. Bir kişi insanların yüzünü yakından tanıyabilecek kadar görebiliyorsa rüyasında da o kadar görebilir. Hiçbir şey göremeyen bir kişi rüyasında da hiçbir şey göremez. Onun rüyası, sadece duyduğu seslerden ve dokunabildiği şeylerden ibarettir. Örneğin, baston kullanmasını biliyorsa rüyasında da bastonla gezer. Bilmiyorsa, başkasının yardımıyla gezer. İnsanları, seslerinden, nesneleri, elleriyle dokunarak tanıyabilir. Kısacası, hangi duyuları ve hangi organları sağlamsa, gündüz onları hangi düzeyde kullanabiliyorsa, rüyasında da o şekilde kullanır. Gündüz başaramadığı bir şeyi rüyasında başarmış olarak görüyorsa, bu da ancak sağlam olan organların kapasitesi içerisinde gerçekleşir.
Doğuştan hiç görmeyen bir kişinin rüyasında renkleri tanıyabilmesi mümkün değildir. Hayatında gözleriyle yazı okumamış bir kişinin rüyasında kitap okuması mümkün değildir.   Görme engelliler de diğer insanlar gibi iyi rüya, kötü rüya, karışık rüya, korkulu rüya şeklinde rüyalar görürler. Eğer bir görme engelli, dün gece rüyamda deniz gördüm diyorsa denizin sesini duyduğunu veya denize girdiğini ifade etmek istemiş olur. Eğer birisine, “Dün rüyamda seni gördüm” diyorsa, onu gözleriyle gördüğü anlamına gelmez. Rüyasında onun sesini duyduğunu, onunla oturup sohbet ettiğini, birlekte gezip dolaştığını, gülüp eğlendiğini veya kavga ettiğini belirtmiş olur.
Gözünü sonradan kaybedenlerde, yani, gördüğünü hatırlayacak bir yaşta körlükle karşılaşanlarda durum daha farklıdır. Bir kişi daha önce görüyorken, sonradan herhangi bir nedenle görme engelli olmuşsa, uzun bir süre rüyalarında gözleriyle görebilir. Çünkü, daha önce görme olayını yaşadığı için o kişinin beyninde kör olmasına rağmen gördüğü şeylerin izleri bir anda silinmemektedir. Uzun bir süre gördüğü şeyleri hayalinde canlandırabilir.
Görmeye dair izlenimler bilinç altından tamamen silininceye kadar sonradan görme engelli olan kişiler gündüz gözleriyle göremedikleri halde rüyalarında görebilirler. Ancak, bu durum ömür boyu devam etmeyebilir. Belli bir süre sonra bu bilgiler beyinden yavaş yavaş silinmeye başlar ve o kişinin artık gözleriyle gördüğü rüyaların sayısı giderek azalır. Gözünü yeni kaybeden bir kişi ilk günlerde Rüyasında her şeyi gözleriyle görürken rüyadan uyandığında gerçekle karşılaşınca moral bozukluğu yaşayabilir. Çünkü, rüyasını gerçek bir yaşantıymış gibi zanneder ve rüya ile gerçek arasındaki çelişkiyi görünce, onu psikolojik olarak etkiler."
           Hazır görme engelinden bahsetmişken hepimizin yapabileceği ufakta olsa bir yardım var. Henüz seslendirilmemiş kitapları okuyabilir ve engelli vatandaşlara ulaştırılmasını sağlayabiliriz. Bunun için bir çok kurumla görüşebilirsiniz. Benim ilk bildiğin Boğaziçi Üniversitesinin bünyesinde görme engellilere yardım amacı ile kurulan GETEM (www.getem.boun.edu.tr), İstanbul Büyükşehir Belediyesi (seslikutuphane.ibb.gov.tr) ve bir babanın görme engelli oğlunun ihtiyacı için kurmuş olduğu www.seslikitapgonulluleri.com inetrnet sayfalarından detaylı bilgi alabilirsiniz. Bunlar sadece benim bildiklerim eminim daha fazlası vardır.

Bana Aşkı Sorma

          Göğsümün kafesinde çırpınan kuşlar var bugün. Zannımca yapabildiğim en yerinde tanım bu oldu. Aslına bakarsan ben de tam olarak bilemiyorum nedir bu duygunun adı. Cehaletime ver istersen sevgilim. Can alıcı kelimeler ile süslenmiş cümleler kurmayı bilmiyorum ben. Tüm nesnellikleri sana da yaşatabiliyorum. Mesela tadını beğendiysem bir yemeğin hiç utanmadan bir parçasını cebime atıp sana da ilk fırsatta tattırabiliyorum. Keyif aldığım mekanlara beraber de gidip, etkilendiğim kitapları okutuyor, filmleri birde seninle tekrar izliyorum. Sırf sen de aynı duyguları hisset diye. Sıra hislere gelince ne diyeceğim, nasıl anlatacağım sana bulamıyorum. Sarılmak bazen en etkili yöntem oluyor ama yetmiyor. İstiyorum ki yüreğimi koyabileyim avuçlarına, çırpınışlarını hisset sende.
          İçimdeki o sevinç ve sevginin heyecanıyla ateş olsam mesela sıcaklığından anlasan. Ama yakmasam sadece ısıtsam. Aşktan gelince sorular yutkunmaya başlıyorum her cümleden önce. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum ki. Oysa hayattan, o dar zalim dikenli yollardan sor, acılardan hastalıklardan hasretlerden sor, açlıktan sefaletten yoksuNluktan sor, sor bak sular seller gibi anlatayım sana. Kahkaları da bilirim aslında hemde öyle böyle kahkalar değil. Gülmekten ağlamayı bilirim. Esir olmuş gözyaşlarının ilk fırsatta akma sebebi olan gülüşlerdir onlar.
          Hem öyle kolay anlatılamadığı için bu kadar güzel belki de. Yoksa bilmezmiyim sana "bir bak aynaya işte aşk budur" demeyi. Sıkıntılı yorucu bir günün ardından öylece oturup boşluğa bakmak bile güzel yanımda sen olunca. Yada şöyle anlatmaya çalışayım mesela en halsiz, en hasta, en yorgun anımda naz yapma hayalleri kurarken yine de kıyamayıp "ben iyiyim yok bişeyim" deyip gülümsemektir belki de. Sen uzaklardayken kendimi bir odaya kapatıp oda diğer oda da diye kendimi kandırmakta olabilir. Kısacası anlatmak gerçekten çok zor yada ben bulamıyorum doğru sözcükleri. Sadece bilmeni istiyorum... Hayatımda olduğun için çok şanslıyım ve seni çok seviyorum. İyi ki varsın iyi ki yanımdasın.
         
:)) Bunu bir de sana sormak lazım tabi...

7 Aralık 2014 Pazar

Canparelerim


Merhaba sevgili günlüğüm…  sana bugün diğer güçlerimden bahsedeyim… tabi anlayabilirsen… kolay değil çünkü bir duyguyu yaşamadan sözlerle kavrayabilmek… mesela bende abilik kardeşlik ablalık üzerine o kadar çok yazı okudum ki sanal ortamlarda hepsi birbirinden güzel anlatmış… ama hepsi yavan kalmış… hiçbiri bir nefese ihtiyacı anlatamamış… kardeş abla nedir sen bilir misin…. Ben bir anlatayım istersen sana… nasıl desem hani böyle uçurumların uçlarında inadına çıkmış dallar vardır… sanki intihara meyilli adama bana tutun dercesine uzanan… yada kardelen gibi, yada fırtına ortasında o gökyüzünde bir kıyıda gözüken kızıl güneş gibi… hep bir umuttur kardeş bir nefes bir omuz… varlığı dünyalara bedel… tek çocuk nerden bilir ki hiçbir zaman yıkılmayacağını bilmenin ne demek olduğunu… çünkü kardeşin varsa düşmezsin… hep bir el vardır seni tutan… sana omuz olur… sen daha “aman” demeden yanında bitiverir… acın acı değildir onun yanında… en amansız gün bile sevdaya dönüverir onun bir bakışıyla bir sözüyle… varlığı yeter anlayacağın… kendini düşünemez kardeş senin bir sıkıntın derdin varken… gece gündüz sen olur dünya onun için… istediği kadar koştursun hayat çamurlu yollarında yapması gereken milyonlarca işin içinde aklında bir tek sen varsındır… nasıl ki senin burnun sızlar onu hatırladığında öyledir işte… ve gerçekten burnu sızlar insanın bilirmisin… keşke yanında olabilsem dersin yada derman olabilsem dertlerine… kendi derdini unutursun bir anda… kardeş candır…. Hem de en hakikisinden…. Bende 3 tane var hepsi birbirinden özel…. Ben hepsine tek tek feda olurum… canparelerim… onlardan başka kim bilir ki benim aklımdan geçeni… aynı dalda yetişen meyveler gibiyiz… farklı dünyalara savrulsak ta kökümüz bir…. Hiçbir güç kuvvet ayıramaz bizi… benim ödüm patlar mesela birine zeval gelecek diye…. Hani tüm kahramanlık hikayelerinde şiirlerinde geçer ya kanımın son damlası diye… işte bu söz kardeşlerim için gerçektir… kanımın son damlası bir saniye düşünmeden feda olsun onlara… bilmem ki sen şimdi anladın mı ne demek istedim… daha nefesin ne olduğunu bilmiyorsun ya kısacası nefesim olmadan yaşayamam… kolum kırılsın göğsüm daralsın kurşunlar beni bulsun ama nefesin olsun yeter… canlarım sağ olsun yeter… bu öyle bir sevda ki hiçbir din hiçbir kitap izah edemez gücünü… habille kabil kıymış birbirine aklım almıyor… çok bahsettim şimdi yüreğim sızladı canlarımla… sende bilsen onların şefkatini anlarsın… neyse şimdi ben hasretimle bir kalayım… anılarımla avunayım… sana yeni hikayelerimle tekrar yazacağım ama şimdilik yeter… 

Başlangıçlarla Merhaba



Merhaba sevgili günlüğüm, sırdaşım, ortağım, düş arkadaşım. Evliya Çelebi misali Düşnamem. “Başlamak yolun yarısıdır” derler de, ne kadar doğru olduğu bugün farkettim. Nerden başlasam tam olarak kestiremiyorum. Ama madem ki sayfalarına açacağım içimi önce kendimi tanıtmakla başlayayım işe.
                81 yılında bahar daha yeni yeni müjdelerken yüzünü almışım ilk nefesimi. Hem de öyle bir bahar ki sıkıyönetimin ardından yeniden yaşamayı değerli kılacak bir bahar. Neyse çocukluğumu zaman içerisinde bol bol eşelerim zaten şimdi çok bahsetmeye gerek yok. Aslımı esasımı anlatmak gerekirse şöyle bir düşündüm de ben en net haliyle ve kısaca kahverengiyim.  Yoğunluğu kadar keskin, belki huzur veren bir renk ama mevsimlerden yaz gibi değil. Sonbahar gibi. Kayıpların, hüzünlerin mevsimi.  Ayrılığın bir de. Bir yandan da adı üstünde kahve işte. Hani tazecik çekilirken değirmende miss kokusunu alır da tekrar tekrar geçmek istersin ya kurukahvecinin önünden, öylesine keyifli. Eh kırk yıl hatırı olan başka ne var ki. Ayıptır söylemesi bende en taze dönemimde dövüldüm hayatın taşlarında ve öğütüldükçe kaderin ellerinde daha bir canlı baktım dünyaya. Kimilerine göre uçlardayım – ki belki haklılar ne demiştim kahve gibi keskin ve huzurlu- ama bana sorarsan da tam ortada araftayım belki de. Kışa mı geçse yazda mı kalsa kararını veremeden yaprakları döken bir mevsimim işte. Biraz çocuk içi içine sığmayan, biraz ihtiyar merdiven çıkmaya bile yerinen. Hem gün kaçmasın diye çılgına dönen hem de rüyalardan medet umup gözlerini açamayan. Azıcık üşüsem veyahut korksam hemen siyaha dönebilirim. Ama güneş sarısı olmam da imkansız değil. Ufacık sevgi kırıntısı buldum mu yakarım ışığım ile dünyayı. Şöyel bir düşündüm de toprakta kahverengi. En sadık yar yani. Bir gün gelince yeşertsin çoğaltsın üretsin bizi doyursun diye ektiğimiz tohumlar gibi en sevdiklerimizi de vermiyor muyuz toprağın göğsüne, asla itiraz etmeden o da kabul etmiyor mu insandan geleni. Ben de o misal işte. Ortada belirsizlikler de kalmışım. Her gün ne çıkarsa falımda o kadar neşeli, o kadar hüzünlüyüm.
                Bir de tüm bu çelişkiler arasında beni ısıtanı, yazda tutanı sorarsan ben bir mavi sevdim. Gökyüzü gibi özgür, uçsuz bucaksız. Sarıp sarmalar dünyamı. Saf, temiz, şartsız. Ve deniz gibi aynı zamanda. Bazen süt liman bazen boran. Gece de mavi ya aslında hani korkutur yıldız yoksa ama ışıl ışıl benim mavimin geceleri de. Seyretmeye doyamam bulutların geçişini. Her biri farklı şekillerde, yeni hayallere açık. Gökyüzü etkilenir mi hiç ölüden diriden. Ne isterse o olur. Yağmuru boranı da yaşatır yaz ortasında, ilk yaz çiçeklerini de açtırır şubat başında. Sağı solu belli olmaz yani. Mavinin hiçbir biçimine tutunamazsın mesela. Deniz desen yüzebiliyorsan ne ala ama kayar gider avuçlarından. Gökyüzü desen, offf mümkün olsa keşke kuş olup hissetsek meltemleri kanatlarımızda. Ciğerlerine çekersin ama içinde iki dakika bile tutamazsın. İşte öylesine tamamlayıcı bir aşk bizimkisi. Yerle gök kadar dünyanın vazgeçilmezleri.
                İşte böyle sevgili günlüğüm. Daha fazlasını zamanla sen de anlarsın. Hayallerim kadar var olduğuma inanıyorum. Bu yüzden tüm düşlerimi, sevdiklerimi sık sık anlatacağım sana. Şimdilik hoşça kal.
Sevgilerle,